23 Kasım 2010 Salı

Plastik Torpili Bilirdik Biz

Kitap yazacak kıvamdayım diyebilirim ama şuraya bir paragraf karalayabilecek konu bulamıyorum. Hani ÖSS soruları vardır ya; "Yukarıdaki paragrafta yazarın vurgulamak istediği aşağıdakilerden hangisidir?". Benimkinde ne paragraf olabilir ne de vurgu, demek o ki yazar çalakalem çalışacak yahu, oku işte...

Kep atmak için yirmi dört yaşına kadar çürütülen dirsekler şimdilerde çok sakin, dinlenmiş ama huzursuz. Alışık değiller çünkü şu vize dönemlerini bu kadar rahat geçirmeye. Fakat bünye hala uykusuz, gözler hala bir şeyler okuma telaşında. Kariyer sitelerinde harcanan vakitler, hatta o kadar çok ilana başvurulmuş ki unutulmuş çoğu, tekrar aynı ilana başvurup; "Bu ilana bilmem ne tarihinde zaten başvurmuşsun be adam, çek o başını" uyarıları monitörde. Araya sokulmaya çalışan tanıdıklar. Oysa torpil denen hadise; çocukluğumuzda atari salonları ve öğle yemeğinden artan bozukluklarla aldığımız fitilli, minik patlayıcıdan başka bir şey değildi. Öyle ya, diplomamızı elimize alıp şirketlerin kapısını çaldığımızda "işte ben" diyemiyor kimse, benim ne haddime.

Anlaşılan konuşma baloncuklarımız, "falancanın kocası bilmem kim Hede Bank'ta müdür yardımcısıymış, belki bizim oğlana da kıyıda köşede bir yer vardır." dolaylarında cümlelerle dolacak şu sıralar. Hem de ne için? Tamam bu ülkede fazla idealist olmamamız gerektiğini biliyorum ama bunlar da fazla eğreti duruyor mu üzerimizde. Ayrıca kimse sormuyor, bizim oğlan falancanın bankasında çalışmak ister mi diye. Buna kızmaya da zerre kadar hakkım yok çünkü ben de kendime sormuyorum aynı soruyu, soramıyorum; biliyorum kendime karşı dürüst olmamam gerektiğini. Yapamıyorum haliyle. Abartısız bir hastalıkla da olsa, kısa bir uçak yolculuğu da olsa kalkıp geldiğinizde, bir odada kırk beş dakika bekletilip, size ezbere yöneltilen sorulara verdiğiniz yanıtlar çok sağlıklı olmayabiliyor. Gidip geliyorum , kariyerim mi yoksa onurum mu? Ben otobüste bile bacak bacak üstüne atmadan on dakika duramam yahu, şimdi ne için tüm bunlar. Neden bu kadar değersiz hissediyor insan kendini? Beni asıl değersiz hissettiren işe alınmamak değil, bunu öğrendim en azından. Anlatayım size de...

Bakın, hayatta ilk sevdiğimiz kadın; bize yürümeyi öğreten, ders çalışmamız gereken zamanlarda atarimizin kablosunu saklayan, narımızı tane tane ayıklayıp kaşıkla birlikte servis eden, kapıyı açtığımızda "geldin mi oğlum" sorusunu cevabını merak ettiğinden değil, gelişimizin memnuniyetiyle soran, bizim yerimize üşüyen, terleyen, yorulan, acıkan, uykusuz kalan. Bu kadına kuru bir teşekkürle hadi eyvallah deyip, elin insan kaynakçısına üstün minnetlerle gitmek. Ben bu kadını işten gelirken metrodan alırım bazen, klimayı açar oturup beklerim hiç emek sarf etmeden edindiğim arabamın içinde, beş dakika bekletirse yandı o. Şimdi şuna bak, camlarla ayrılmış, jaluzilerle kapatılmış bir bölmede kırk beş dakika bekliyorum. Ne münasebet bile diyemeden. Bundan sonra insan kendini ne kadar değerli hissedebilir ki? Üstelik o kadın gittiğinde yerini doldurabilecek başka hiç kimse yok...

Peki diğer kadın? Beni bu havadan kurtarabilecek tek insan, benden yaklaşık beş yüz kilometre ötede. Demek ki benim İstanbulum da İzmirim de memleketim de sensin...

17 Mart 2010 Çarşamba

Ard-ı Füt'ûr


Üç kişi okuyor nasıl olsa kime yazayım ben bu blogu diye düşünürken, kimse okumazsa okumasın en kötü ilerde çoluğum çocuğum okur diye düşündüm ya da ne bileyim yarın öbür gün ölürüm sevgilim benden kalan bu yazıları okursa bir kaç hafta veya ne bileyim bir kaç gün daha fazla ağlar dedim ve yeniden yazıyorum bakalım ne olacak...

Satırlar boyu süren bu cümlemi lisedeki edebiyat hocama ithaf ediyorum...

7 Şubat 2010 Pazar

Fontlar ve Harcadıkları




Tom ve Matt adında gençten iki arkadaş "Measuring Type" adlı deneysel bir çalışma yapmış.. Ellerindeki tükenmez kalemlerle duvara farklı fontlarda "sample" kelimesini yazmışlar ve en çok hangi fontun mürekkep harcadığınnı gözlemlemişler.

Kartuşlarınız çabuk bitmesin istiyorsanız bunu dikkate alabilirsiniz derim ben...


4 Şubat 2010 Perşembe

Nefes: Vatan Sağolsun (2009)

Kapalı gişe oynayan filmleri sinemada izleyemiyorum nedense. Kalabalık ortamlardan rahatsız olduğumdandır, bir de bilet bulabilmek için iki saat önceden gitmek falan...

Geç de olsa izledim, son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden biri olan Nefes'i, daha öncelerden pek tanımamış olduğumuz Mete Horozoğlu'nun mükemmel oyunculuğnda...

Gayet önyargılı yaklaştım ben bu filme. Evet dedim, yine ucuz milliyetçilik yapmışlardır, öcü kürtler ile kahraman Türk askerinin mücadelesini yansıtıp "şehitler ölmez, vatan bölünmez" tadında sosyal mesajlar vererek sonlandıracaklardır diye düşündüm ama biliyor musunuz, alakası yok. Asker psikolojisinin getirisi/götürüsü olan normal dozda milliyetçilik haricinde ki son sahneye kadar o bile çok belirsiz- Türklükle, Kürtlükle falan alakası yok bu filmin. Tür olarak savaş filmi sevmem, çok az izlemişliğim vardır, belki de bu yüzden bilmiyorum ama an itibariyle izlediğim en iyi savaş filmlerinden biridir. Efektler muazzam, kesinlikle hiç biri sırıtmıyor. Konunun kahraman türk askeriyle falan da uzaktan yakından alakası yok (intikam ateşiyle yanan komutanın hal,tavır ve davranışları buna örnek) hikayenin geçtiği karakoldaki hiç bir insanın vatan sevdasıyla dağlara çıktığına dair gerçek üstü bir takım söylemler içermiyor. Tatlı-sert komutanın hanımına yazdığı mektuptaki "benim vatanım sensin" tarzı söylemlerle inceden mesaj veriyor, yıllardır boşa dökülmekte olan kanın, bir hiç uğruna harcanan gencecik hayatların rahatsız edici, iç acıtıcı bir özetini yapıyor.

Doktor Orhan'ı öldürmüştür. Komutan bu yüzden Doktor'u öldürmek istemektedir. Bu nedenle Doktor'un ekibinden -sevdiği olduğunu tahmin ettiğimiz- kadını yaralar ve kısmen işkence eder. Bunun üzerine doktor komutan'ı öldürmeye and içer ve siz bu kısır döngünün, ülkemizin senelerdir içinde bulunduğundan farklı olmayan bu döngünün içinde kısılır kalırsınız. Sahi, doktor orhan'ı öldürmüştür en önce filmin kronolojisinde, peki ya orhan acaba öncesinde kimi öldürmüştür de daha önce ölen bir dostunun, kardeşinin intikamını almıştır? Komutanın "ben salak değilim" şeklinde, gene inceden mesaj vererek savaşın manasızlığına, birbirini öldürerek hiç bir şeyin çözülemeyeceğine değinmesi filmin vermek istediklerini özetlemektedir kanımca. Sahi, sevmek bu kadar mı zor..?


Belki bana kızacaklar ama şöyle bir şey de var;

http://en.wikipedia.org/wiki/Spain
http://en.wikipedia.org/wiki/Turkey

Tek resmi dilimiz var diye refah düzeyimiz İspanya'dan daha mı yüksek? Yoksa "insanlar yok yere ölsün ama tek resmi dilimiz olsun" fikrini savunmaya devam mı edelim. Peki o zaman "Vatan Sağolsun"!


30 Ocak 2010 Cumartesi

Teşrifatçıları Yoran Filmler

Ben bir filmin başarısını ne kazandırdığı paraya ne de sattığı bilet miktarına göre değerlendiririm ama ille ikisinden birini kriter alacaksak ulaştığı kitle daha önemlidir. 2 milyar Dolar'ı bulan gişe hasılatıyla en çok para kazandıran film Avatar satılan bilet miktarına bakıldığında 26. sırada kalıyor. Bakalım Avatar burada da birinci sıraya yerleşebilecek mi izleyip göreceğiz.

'Star Wars' serisinden 4 filmin ilk 20'de yer aldığı listede en fazla bilet satışı yapan filmler şöyle:

1 - Rüzgar Gibi Geçti (1939) 202,044,600








2 - Yıldız Savaşları (1977) 178,119, 600
3 - The Sound of Music (1965) 142,415,400
4 - E.T (1982) 141,854, 300
5 - 10 Emir (1956) 131,000, 000
6 - Titanic (1997) 128,345, 900
7 - Jaws (1975) 128,078, 800
8 - Doctor Zhivago (1965) 124,135, 500
9 - Şeytan (1973) 110,568, 700
10- Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler (1937) 109,000,000
11- 101 Dalmaçyalı (1961) 99,917,300
12- Yıldız Savaşları: Bölüm V - İmparator (1980) 98,180,600
13- Ben-Hur (1959) 98,000,000
14- Yıldız Savaşları: Bölüm VI - Jedi'ın Dönüşü (1983) 94,059,400
15- The Sting (1973) 89,142,900
16- Kutsal Hazine Avcıları (1981) 88,141,900
17- Jurassic Park (1993) 86,205,800
18- Aşk Mevsimi (1967) 85,571,400
19- Yıldız Savaşları: Bölüm I - Gizli Tehlike (1999) 84,825,800
20- Fantasia (1941) 83,043,500

'Avatar' ise 76,421,000 bilet satışıyla 26. sırada yer alıyor.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Tanga


Zorlu geçen final haftası ve araya giren sevdiceğin doğum günü hatta haftası münasebetiyle bir süredir yazı yazamadığım için beni bağışlayın. Gecikme sebeplerine ek olarak okunma kaygısı taşıdığım da doğru, "kimse okumayacaksa neden yazayım arkadaş" zihniyeti hakim bu aralar. Gündelik yaşamımda da sıklıkla belirttiğim gibi, "sanat ne toplum içindir ne de sanat için, herşey para içindir". Çisem Dağdelen de göndermiş olduğum yazarlık teklifini de pek sıcak karşılamamış olmalı ki hala kalem kıpırdatmamış ya da post-modern söylemiyle klavye tıkırdatmamış.

Gidip facebook profilime iki resim koyarım altına da yorum yaparım daha iyi, bir kaç like falan alırım hiç olmadı. O kadar da gittim Starbucks'a panoya reklam yaptım.



Şimdi sevgili izleklerim ya gidin imza kampanyası başlatın ya da ben gideyim 5posta ya da sertolsun gibi içeriklere sahip bi blog yazayım.. Böyle giderse haftada bir tanga gibi araya girer, tek yazı yazarım haberiniz ola..

Fark etmişsinizdir ki başlıkta geçen "tanga kelimesi" yazıda sadece bir kere kullanılmış. Çünkü benim insanım GoldenGlobe deyince "kaç ayarmış" diye soran, AustralianOpen deyince "he" diyen , bunu da tenis diye açıklayınca "Williams kardeşlerdeki g.. kimsede yok" diye tepki veriyor.

Bana bu yazıyı yazma isteği uyandıran Metehan İğneci'ye de teşekkürlerimi arz ediyorum efendim..

19 Ocak 2010 Salı

Cevap!

Baskı sonucu gelen açıklama:

Madem dağıtımcılardan şikayet ediyorsun neden filmi korsan izlemiyorsun diyen arkadaşlara cevap;
Dün "Nine" müzikalini indireyim dedim animasyon çıktı, bu şekilde yanlışlıkla porno film bile indirmişliğim var. Hadi indiremiyoruz dedik gittik DivX çektirdik o da 54. dakikada takıldı. Bana yaramıyor böyle ucuz şeyler anlayın artık.