Kitap yazacak kıvamdayım diyebilirim ama şuraya bir paragraf karalayabilecek konu bulamıyorum. Hani ÖSS soruları vardır ya; "Yukarıdaki paragrafta yazarın vurgulamak istediği aşağıdakilerden hangisidir?". Benimkinde ne paragraf olabilir ne de vurgu, demek o ki yazar çalakalem çalışacak yahu, oku işte...
Kep atmak için yirmi dört yaşına kadar çürütülen dirsekler şimdilerde çok sakin, dinlenmiş ama huzursuz. Alışık değiller çünkü şu vize dönemlerini bu kadar rahat geçirmeye. Fakat bünye hala uykusuz, gözler hala bir şeyler okuma telaşında. Kariyer sitelerinde harcanan vakitler, hatta o kadar çok ilana başvurulmuş ki unutulmuş çoğu, tekrar aynı ilana başvurup; "Bu ilana bilmem ne tarihinde zaten başvurmuşsun be adam, çek o başını" uyarıları monitörde. Araya sokulmaya çalışan tanıdıklar. Oysa torpil denen hadise; çocukluğumuzda atari salonları ve öğle yemeğinden artan bozukluklarla aldığımız fitilli, minik patlayıcıdan başka bir şey değildi. Öyle ya, diplomamızı elimize alıp şirketlerin kapısını çaldığımızda "işte ben" diyemiyor kimse, benim ne haddime.
Anlaşılan konuşma baloncuklarımız, "falancanın kocası bilmem kim Hede Bank'ta müdür yardımcısıymış, belki bizim oğlana da kıyıda köşede bir yer vardır." dolaylarında cümlelerle dolacak şu sıralar. Hem de ne için? Tamam bu ülkede fazla idealist olmamamız gerektiğini biliyorum ama bunlar da fazla eğreti duruyor mu üzerimizde. Ayrıca kimse sormuyor, bizim oğlan falancanın bankasında çalışmak ister mi diye. Buna kızmaya da zerre kadar hakkım yok çünkü ben de kendime sormuyorum aynı soruyu, soramıyorum; biliyorum kendime karşı dürüst olmamam gerektiğini. Yapamıyorum haliyle. Abartısız bir hastalıkla da olsa, kısa bir uçak yolculuğu da olsa kalkıp geldiğinizde, bir odada kırk beş dakika bekletilip, size ezbere yöneltilen sorulara verdiğiniz yanıtlar çok sağlıklı olmayabiliyor. Gidip geliyorum , kariyerim mi yoksa onurum mu? Ben otobüste bile bacak bacak üstüne atmadan on dakika duramam yahu, şimdi ne için tüm bunlar. Neden bu kadar değersiz hissediyor insan kendini? Beni asıl değersiz hissettiren işe alınmamak değil, bunu öğrendim en azından. Anlatayım size de...
Bakın, hayatta ilk sevdiğimiz kadın; bize yürümeyi öğreten, ders çalışmamız gereken zamanlarda atarimizin kablosunu saklayan, narımızı tane tane ayıklayıp kaşıkla birlikte servis eden, kapıyı açtığımızda "geldin mi oğlum" sorusunu cevabını merak ettiğinden değil, gelişimizin memnuniyetiyle soran, bizim yerimize üşüyen, terleyen, yorulan, acıkan, uykusuz kalan. Bu kadına kuru bir teşekkürle hadi eyvallah deyip, elin insan kaynakçısına üstün minnetlerle gitmek. Ben bu kadını işten gelirken metrodan alırım bazen, klimayı açar oturup beklerim hiç emek sarf etmeden edindiğim arabamın içinde, beş dakika bekletirse yandı o. Şimdi şuna bak, camlarla ayrılmış, jaluzilerle kapatılmış bir bölmede kırk beş dakika bekliyorum. Ne münasebet bile diyemeden. Bundan sonra insan kendini ne kadar değerli hissedebilir ki? Üstelik o kadın gittiğinde yerini doldurabilecek başka hiç kimse yok...
Peki diğer kadın? Beni bu havadan kurtarabilecek tek insan, benden yaklaşık beş yüz kilometre ötede. Demek ki benim İstanbulum da İzmirim de memleketim de sensin...