9 Aralık 2010 Perşembe

Türkiye'de Tepki Vermek

"On dokuz yaşında üniversite öğrencisi ve hamile" demiş Engin Ardıç... 19 Yaşında, evli değil, hamile, öğrenci ve üstelik bazı şeyleri protesto ediyor. Söylemek istediğim çok şey var ama nasıl toparlayacağımı bilemiyorum...

Şimdi bir kızın 19 yaşında sevişmesi suç mu? Suç ise 60 yaşındaki adamın 15 yaşındaki kızla evlenmesi neden suç değil? Abdullah Gül de evlendiğinde eşi 15 yaşında değil miydi?

Evli olmadığı için sevmeye, sevilmeye, sevişmeye hakkı yok mu? Aşkın yaşı ne? Ya da Deniz Akkaya, Tuğba Ünsal, Şirin Ediger ve daha bir çok medyatik yüz evlenmeden hamile kaldığında neden kimsenin sesi çıkmıyor?

Üniversite öğrencileri hamile kalamaz mı? Lisede yasak peki tamam ama rüştünü ispatlamış akademik eğitim alan birine kim bu yasağı getirebilir?

O sevimli dostlarımızdan; yani hayvanlardan ayrıldığımız en önemli nokta, düşünebilme ve düşündüklerimizi iletebilme özelliğimizi neden kullanamıyoruz? Düşünüyoruz, konuşuyoruz, karşı çıkıyoruz, protesto ediyoruz... Üniversitede türban konusunda herkes aynı görüşte olmak zorunda değil, peki ya diğer konularda? Türbanlı kız öğrencilerin protestoları caiz de iktidaraa gösterilen tepki caiz değil mi? Adama sormazlar mı, "o öğrenciyle benim aramdaki fark ne" diye?

Bence bu ülkede herkesin korkup sustuğu devir kapandı. Kapanmalı da... Tepki göstermeliyiz, savunduklarımıza sahip çıkmalıyız, konuşmalıyız, korkmamalıyız.. İktidar korkuyor çünkü üniversitelerdeki tepki çığ gibi büyür. Türkiye'nin tarihini üniversitede başlayan tepki değiştirmiştir ve bu tepki şu anda iktidarın karşısındadır..

Bir başka konu ise bu kızın anneliğine uzatılan dil. "Anneysen ne işin var sokak protestosunda" diyor birileri. Mavi Marmara'da Filistine insani yardım götürmek isteyen annenin minicik bebeğiyle orada olması kutsal da karnındaki bebekle sokak protestosuna katılan anne kutsal değil mi?

Bu yapılan sadece suç hafifletmek benim gözünde. Polisin uyguladığı ŞİDDET bir kadının karnındaki bebeği öldürdü. Kendilerini haklı çıkartma çalışmaları bunlar. Mide bulandırıcı aşağılamalarla ilgiyi saptırmak bu yaptıkları. O kızın yarasını sarmak yerine daha fazla kanatarak bunun yapılması da gerçekten çok vahim...

1 Aralık 2010 Çarşamba

Nikotin! Memleket Nire?

Nikotin adını, onu ilk kez Fransa’ya sokan Jean Nicot’tan almış. Buraya kadar her şey normal ama hikayenin kelebek etkili bir tarafı var. Zaten olmasa buraya neden yazalım? Sağdaki görsele gelince; bu sıfatsız Nicot'un resmini koyacağıma, "gözlerinin hastasıyım, bu yolların ustasıyım" kıvamında Monroe fotoğrafı koyarım dedim.

16. yüzyılın ortalarında Portekiz'deki Fransa büyükelçisi Nicot, Lizbon’daki bitki bilimci arkadaşı tarafından akşam yemeğine davet edilir. Yemeğin yanındaki bir diğer paye ise tütün bitkisinin bahçede nasıl yetiştiğini göstermektir. Botanist arkadaş gelecekte başımıza iş açacak olan bu bitkinin özelliklerini öve öve bitiremez, hatta iyileştirici bir yanı olduğunu özellikle vurgular.

Tütünün faydaları karşısında büyülenen Nicot bundan ülkesinin de faydalanmasını ister ve neticede bir balya gönderir memleketi Fransa’ya. Yanına da not; dumanını içinize çekeceksiniz Majesteleri, ne ağrı kalacak ne sıkıntı. Kronik migren ağrısı çekmekte olan Fransa Kraliçesi’nin birkaç fırtından sonra sinüslerinin açılmasına aldanarak işe yaradığını düşünmüştür. O kadar işe yaramıştır ki bunun adı sadece tütün olarak kalamaz, “Herba Regina” (Kraliçe’nin Bitkisi) diyelim biz buna şeklinde gereğini düşünür. Başlarda tütünü Fransa’ya getirip şifalar saçmasıyla ünlenen Nicot ismi; daha sonraları sigara üzerine yapılan araştırmalarla, alıştırıcı ve bağımlı hale getiren etkin madde “Nicotina Tabacum” adıyla anılacaktır.

Yani Orta Çağ Avrupa’sından yeni çıkmış olan dandirik Fransız Kraliçesi'nin başı ağrıyor diye sen kalk ta Portekiz’den tütün gönder. Hayır her şey tamam da bu meretin dumanının çekileceğini nereden biliyorsunuz arkadaş? Ben olsam kaynatıp içerdim mesela, tadı da büyük olasılıkla kötü olacağı için dönüp bakmazdım. Koskoca gezegenin başına da böyle bir zeval gelmezdi nihayetinde. Şifalı diye tanımlanmasından bahsetmiyorum bile. Şimdi bırakın diye uğraşın durun gayrı...

23 Kasım 2010 Salı

Plastik Torpili Bilirdik Biz

Kitap yazacak kıvamdayım diyebilirim ama şuraya bir paragraf karalayabilecek konu bulamıyorum. Hani ÖSS soruları vardır ya; "Yukarıdaki paragrafta yazarın vurgulamak istediği aşağıdakilerden hangisidir?". Benimkinde ne paragraf olabilir ne de vurgu, demek o ki yazar çalakalem çalışacak yahu, oku işte...

Kep atmak için yirmi dört yaşına kadar çürütülen dirsekler şimdilerde çok sakin, dinlenmiş ama huzursuz. Alışık değiller çünkü şu vize dönemlerini bu kadar rahat geçirmeye. Fakat bünye hala uykusuz, gözler hala bir şeyler okuma telaşında. Kariyer sitelerinde harcanan vakitler, hatta o kadar çok ilana başvurulmuş ki unutulmuş çoğu, tekrar aynı ilana başvurup; "Bu ilana bilmem ne tarihinde zaten başvurmuşsun be adam, çek o başını" uyarıları monitörde. Araya sokulmaya çalışan tanıdıklar. Oysa torpil denen hadise; çocukluğumuzda atari salonları ve öğle yemeğinden artan bozukluklarla aldığımız fitilli, minik patlayıcıdan başka bir şey değildi. Öyle ya, diplomamızı elimize alıp şirketlerin kapısını çaldığımızda "işte ben" diyemiyor kimse, benim ne haddime.

Anlaşılan konuşma baloncuklarımız, "falancanın kocası bilmem kim Hede Bank'ta müdür yardımcısıymış, belki bizim oğlana da kıyıda köşede bir yer vardır." dolaylarında cümlelerle dolacak şu sıralar. Hem de ne için? Tamam bu ülkede fazla idealist olmamamız gerektiğini biliyorum ama bunlar da fazla eğreti duruyor mu üzerimizde. Ayrıca kimse sormuyor, bizim oğlan falancanın bankasında çalışmak ister mi diye. Buna kızmaya da zerre kadar hakkım yok çünkü ben de kendime sormuyorum aynı soruyu, soramıyorum; biliyorum kendime karşı dürüst olmamam gerektiğini. Yapamıyorum haliyle. Abartısız bir hastalıkla da olsa, kısa bir uçak yolculuğu da olsa kalkıp geldiğinizde, bir odada kırk beş dakika bekletilip, size ezbere yöneltilen sorulara verdiğiniz yanıtlar çok sağlıklı olmayabiliyor. Gidip geliyorum , kariyerim mi yoksa onurum mu? Ben otobüste bile bacak bacak üstüne atmadan on dakika duramam yahu, şimdi ne için tüm bunlar. Neden bu kadar değersiz hissediyor insan kendini? Beni asıl değersiz hissettiren işe alınmamak değil, bunu öğrendim en azından. Anlatayım size de...

Bakın, hayatta ilk sevdiğimiz kadın; bize yürümeyi öğreten, ders çalışmamız gereken zamanlarda atarimizin kablosunu saklayan, narımızı tane tane ayıklayıp kaşıkla birlikte servis eden, kapıyı açtığımızda "geldin mi oğlum" sorusunu cevabını merak ettiğinden değil, gelişimizin memnuniyetiyle soran, bizim yerimize üşüyen, terleyen, yorulan, acıkan, uykusuz kalan. Bu kadına kuru bir teşekkürle hadi eyvallah deyip, elin insan kaynakçısına üstün minnetlerle gitmek. Ben bu kadını işten gelirken metrodan alırım bazen, klimayı açar oturup beklerim hiç emek sarf etmeden edindiğim arabamın içinde, beş dakika bekletirse yandı o. Şimdi şuna bak, camlarla ayrılmış, jaluzilerle kapatılmış bir bölmede kırk beş dakika bekliyorum. Ne münasebet bile diyemeden. Bundan sonra insan kendini ne kadar değerli hissedebilir ki? Üstelik o kadın gittiğinde yerini doldurabilecek başka hiç kimse yok...

Peki diğer kadın? Beni bu havadan kurtarabilecek tek insan, benden yaklaşık beş yüz kilometre ötede. Demek ki benim İstanbulum da İzmirim de memleketim de sensin...

17 Mart 2010 Çarşamba

Ard-ı Füt'ûr


Üç kişi okuyor nasıl olsa kime yazayım ben bu blogu diye düşünürken, kimse okumazsa okumasın en kötü ilerde çoluğum çocuğum okur diye düşündüm ya da ne bileyim yarın öbür gün ölürüm sevgilim benden kalan bu yazıları okursa bir kaç hafta veya ne bileyim bir kaç gün daha fazla ağlar dedim ve yeniden yazıyorum bakalım ne olacak...

Satırlar boyu süren bu cümlemi lisedeki edebiyat hocama ithaf ediyorum...

7 Şubat 2010 Pazar

Fontlar ve Harcadıkları




Tom ve Matt adında gençten iki arkadaş "Measuring Type" adlı deneysel bir çalışma yapmış.. Ellerindeki tükenmez kalemlerle duvara farklı fontlarda "sample" kelimesini yazmışlar ve en çok hangi fontun mürekkep harcadığınnı gözlemlemişler.

Kartuşlarınız çabuk bitmesin istiyorsanız bunu dikkate alabilirsiniz derim ben...


4 Şubat 2010 Perşembe

Nefes: Vatan Sağolsun (2009)

Kapalı gişe oynayan filmleri sinemada izleyemiyorum nedense. Kalabalık ortamlardan rahatsız olduğumdandır, bir de bilet bulabilmek için iki saat önceden gitmek falan...

Geç de olsa izledim, son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden biri olan Nefes'i, daha öncelerden pek tanımamış olduğumuz Mete Horozoğlu'nun mükemmel oyunculuğnda...

Gayet önyargılı yaklaştım ben bu filme. Evet dedim, yine ucuz milliyetçilik yapmışlardır, öcü kürtler ile kahraman Türk askerinin mücadelesini yansıtıp "şehitler ölmez, vatan bölünmez" tadında sosyal mesajlar vererek sonlandıracaklardır diye düşündüm ama biliyor musunuz, alakası yok. Asker psikolojisinin getirisi/götürüsü olan normal dozda milliyetçilik haricinde ki son sahneye kadar o bile çok belirsiz- Türklükle, Kürtlükle falan alakası yok bu filmin. Tür olarak savaş filmi sevmem, çok az izlemişliğim vardır, belki de bu yüzden bilmiyorum ama an itibariyle izlediğim en iyi savaş filmlerinden biridir. Efektler muazzam, kesinlikle hiç biri sırıtmıyor. Konunun kahraman türk askeriyle falan da uzaktan yakından alakası yok (intikam ateşiyle yanan komutanın hal,tavır ve davranışları buna örnek) hikayenin geçtiği karakoldaki hiç bir insanın vatan sevdasıyla dağlara çıktığına dair gerçek üstü bir takım söylemler içermiyor. Tatlı-sert komutanın hanımına yazdığı mektuptaki "benim vatanım sensin" tarzı söylemlerle inceden mesaj veriyor, yıllardır boşa dökülmekte olan kanın, bir hiç uğruna harcanan gencecik hayatların rahatsız edici, iç acıtıcı bir özetini yapıyor.

Doktor Orhan'ı öldürmüştür. Komutan bu yüzden Doktor'u öldürmek istemektedir. Bu nedenle Doktor'un ekibinden -sevdiği olduğunu tahmin ettiğimiz- kadını yaralar ve kısmen işkence eder. Bunun üzerine doktor komutan'ı öldürmeye and içer ve siz bu kısır döngünün, ülkemizin senelerdir içinde bulunduğundan farklı olmayan bu döngünün içinde kısılır kalırsınız. Sahi, doktor orhan'ı öldürmüştür en önce filmin kronolojisinde, peki ya orhan acaba öncesinde kimi öldürmüştür de daha önce ölen bir dostunun, kardeşinin intikamını almıştır? Komutanın "ben salak değilim" şeklinde, gene inceden mesaj vererek savaşın manasızlığına, birbirini öldürerek hiç bir şeyin çözülemeyeceğine değinmesi filmin vermek istediklerini özetlemektedir kanımca. Sahi, sevmek bu kadar mı zor..?


Belki bana kızacaklar ama şöyle bir şey de var;

http://en.wikipedia.org/wiki/Spain
http://en.wikipedia.org/wiki/Turkey

Tek resmi dilimiz var diye refah düzeyimiz İspanya'dan daha mı yüksek? Yoksa "insanlar yok yere ölsün ama tek resmi dilimiz olsun" fikrini savunmaya devam mı edelim. Peki o zaman "Vatan Sağolsun"!


30 Ocak 2010 Cumartesi

Teşrifatçıları Yoran Filmler

Ben bir filmin başarısını ne kazandırdığı paraya ne de sattığı bilet miktarına göre değerlendiririm ama ille ikisinden birini kriter alacaksak ulaştığı kitle daha önemlidir. 2 milyar Dolar'ı bulan gişe hasılatıyla en çok para kazandıran film Avatar satılan bilet miktarına bakıldığında 26. sırada kalıyor. Bakalım Avatar burada da birinci sıraya yerleşebilecek mi izleyip göreceğiz.

'Star Wars' serisinden 4 filmin ilk 20'de yer aldığı listede en fazla bilet satışı yapan filmler şöyle:

1 - Rüzgar Gibi Geçti (1939) 202,044,600








2 - Yıldız Savaşları (1977) 178,119, 600
3 - The Sound of Music (1965) 142,415,400
4 - E.T (1982) 141,854, 300
5 - 10 Emir (1956) 131,000, 000
6 - Titanic (1997) 128,345, 900
7 - Jaws (1975) 128,078, 800
8 - Doctor Zhivago (1965) 124,135, 500
9 - Şeytan (1973) 110,568, 700
10- Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler (1937) 109,000,000
11- 101 Dalmaçyalı (1961) 99,917,300
12- Yıldız Savaşları: Bölüm V - İmparator (1980) 98,180,600
13- Ben-Hur (1959) 98,000,000
14- Yıldız Savaşları: Bölüm VI - Jedi'ın Dönüşü (1983) 94,059,400
15- The Sting (1973) 89,142,900
16- Kutsal Hazine Avcıları (1981) 88,141,900
17- Jurassic Park (1993) 86,205,800
18- Aşk Mevsimi (1967) 85,571,400
19- Yıldız Savaşları: Bölüm I - Gizli Tehlike (1999) 84,825,800
20- Fantasia (1941) 83,043,500

'Avatar' ise 76,421,000 bilet satışıyla 26. sırada yer alıyor.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Tanga


Zorlu geçen final haftası ve araya giren sevdiceğin doğum günü hatta haftası münasebetiyle bir süredir yazı yazamadığım için beni bağışlayın. Gecikme sebeplerine ek olarak okunma kaygısı taşıdığım da doğru, "kimse okumayacaksa neden yazayım arkadaş" zihniyeti hakim bu aralar. Gündelik yaşamımda da sıklıkla belirttiğim gibi, "sanat ne toplum içindir ne de sanat için, herşey para içindir". Çisem Dağdelen de göndermiş olduğum yazarlık teklifini de pek sıcak karşılamamış olmalı ki hala kalem kıpırdatmamış ya da post-modern söylemiyle klavye tıkırdatmamış.

Gidip facebook profilime iki resim koyarım altına da yorum yaparım daha iyi, bir kaç like falan alırım hiç olmadı. O kadar da gittim Starbucks'a panoya reklam yaptım.



Şimdi sevgili izleklerim ya gidin imza kampanyası başlatın ya da ben gideyim 5posta ya da sertolsun gibi içeriklere sahip bi blog yazayım.. Böyle giderse haftada bir tanga gibi araya girer, tek yazı yazarım haberiniz ola..

Fark etmişsinizdir ki başlıkta geçen "tanga kelimesi" yazıda sadece bir kere kullanılmış. Çünkü benim insanım GoldenGlobe deyince "kaç ayarmış" diye soran, AustralianOpen deyince "he" diyen , bunu da tenis diye açıklayınca "Williams kardeşlerdeki g.. kimsede yok" diye tepki veriyor.

Bana bu yazıyı yazma isteği uyandıran Metehan İğneci'ye de teşekkürlerimi arz ediyorum efendim..

19 Ocak 2010 Salı

Cevap!

Baskı sonucu gelen açıklama:

Madem dağıtımcılardan şikayet ediyorsun neden filmi korsan izlemiyorsun diyen arkadaşlara cevap;
Dün "Nine" müzikalini indireyim dedim animasyon çıktı, bu şekilde yanlışlıkla porno film bile indirmişliğim var. Hadi indiremiyoruz dedik gittik DivX çektirdik o da 54. dakikada takıldı. Bana yaramıyor böyle ucuz şeyler anlayın artık.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Ferhat Büfe Bostanlı

Sinema yazılarımdan sıkılan sınırlı sayıda okur kitlemden almış olduğum feedback sonucu yepyeni bir mecra ile karşınızdayım. Gittiğim, gördüğüm, yemek yediğim ve bunların sonucunda beğendiğim favori mekanlarımı yazıyorum.

İlk olarak Bostanlı ve Karşıyaka civarında oturanların yakından tanıdığı bir mekan olan Ferhat Büfeden başlamak istiyorum. Küçük bir minibüsün içinde ızgara yapan Ferhat isimli abimiz Pazar geceleri hariç her gece 22.30'dan sonra Bostanlı sahilde Tenis kortlarını geçince sağda. İzmir Körfezi ve Alsancak manzaralı drive-in yemek keyfi, ehliyet kaptırma riski olmayanlar için de yanına bira. Bir gece hadi deneyelim diyerek keşfettiğimiz ve havalar soğuyana kadar müdavimi olduğumuz portable büfenin menüsü kısıtlı ama çok lezzetli;

- Ciğer (Sevgilinin Favorisi)
- Tavuk (Benim Favorim, ayrıca özel sosluymuş)
- Köfte (Tavukla yetinmeyen bünyeler için diğer tavsiye)
- Sucuk (Diğerleri o kadar lezzetli ki bunu denemeye fırsat bulamadık, o kadar yani)
- Kanat (Ben görmedim görenlerin yalancısıyım)

Bazen vaadettiği saatler içinde orada bulunmayan Ferhat bizim gibi taa Bornova'dan gelen bünyelerde hayal kırıklığı yaratabiliyor. Google Maps'ten koordinat vereyim tam olsun..


Görsele tıklayınca büyüyor. Çok okunan bi blog olabilirsek gider büfenin fotografını bile çekeriz hatta yarım ekmek bi şeyler de yeriz ama sanat, sanat için ya da toplum için değil para için bizde.. şimdi git gel 10 lira mazot yak 15 lira hesap öde olacak iş değil, sigarasıydı, Zippo'nun benziniydi, evet böyle zengin olunuyor neden bakıyorsunuz?

Dikkat çekmekten mi bahsediyorduk?

16 Ocak 2010 Cumartesi

Ciftelerli Awards 2009


Altın Küre ve Akademi Ödülleri yaklaşırken ben de 2009 yapımı en sevdiğim 10 filmi sıralamak istedim, Tabi ki izlediklerimden..

1- Inglourious Basterds
2- Soul Kitchen
3- District 9
4- Up
5- The Hangover
6- Funny People
7- Moon
8- 7 Kocalı Hürmüz
9- The Ugly Truth
10- 500 Days of Summer


Ice Age: Dawn of the Dinosaurs - Jurinin içindeki çocuk ödülünü
Saw VI - Jurinin Hatır gönül ödülünü
Paranormal Activity - Jurinin içindeki tırsak ödülünü alıyor...

Alfa Romeo


Görseldeki alışveriş sepetinin içinde bulunan Alfa Romeo tamamen gerçek bir otomobil. Oraya asılmış mı yoksa yerden mi tutturulmuş hiç bir fikrim yok ama bazıları dikkat çekmeyi gerçekten başarıyor.

Biz hala Sütaş ayran reklamında dans eden gençler ve "çalkalamadan içmeyin" gibi aptal bir slogan kullanalım. He bir de gri contalı pencere reklamlarımız var, evet.

Paranormal Activity (2007)


Senaryo ve Kurgu olarak çok farklı bir film beklemeyin derim ben. Zaten benim en son izlediğim fark yaratan korku filmi; merak uyandıran finali ve kulaklara pelesenk olan müzikleriyle Saw(2004) idi daha sonraları seri yine merak uyandırarak devam etmesine rağmen kendini tekrarladı. Neyse, konumuz Paranormal Activity;

Doğa üstü bir varlıktan şüphelenen çiftimiz gidip en pahalısından, en geniş lenslisinden bir kamera alıyor ve yatak odasına koyuyor. Zaten filmin sloganlarından biri de "siz uyurken yatak odanızda neler olur?" buna uygun olarak devam eden film özellikle yatak odasındaki sahneleriyle gerginlik seviyesini yükselterek son buluyor. Konusuyla ilgili fazla söylenecek bir şey yok. Filmin afişinde yer alan diğer tavsiye ise "sakın yalnız izlemeyin" ki kesinlikle haklılar. Yine düşük prodüksyonla ve düşük trafikle işini iyi yapan bir film olduğu için tavsiye ediyorum.

Günün son saatlerinde sevgiliyle izlenen filmin ardından bir film daha izlemeye mecalimiz kalmadığı için uyuduk. Kedi tarafından sobanın hemen önüne düşürülen yastık alev almış. Yastığı plastikten falan yapmış olsalar gerek, yanarken çıkardığı pis koku sayesinde uyanabildik. Filmdeki benzer sahne akıllara gelince tırsıldı ama uyku hali devam etti. Yanarak can verecektik az daha yahu. Bu da bizim başımıza gelen doğaüstü olay olsun madem ki bence kedi düşürmedi, yapmaz öyle şeyler usludur o(!)

İktisadi ve İdari Bilimler

Ekonomi biliminin ilk kuralı, "Kıt kaynakların verimli kullanımı"

Ertem Eğilmez


Benim gibi 80'lerin sonunda ve 90'ların başında çocuk olan bünyeler Ertem Eğilmez filmleriyle büyümüştür de neredeyse kimse bunun farkında değildir.
Farkedilmemiştir çünkü; okuldan eve gelinir Türk filmi çoktan başlamıştır, babaannenin yanına oturulur film kaldığı yerden izlenir. Belki her filmi en az on kere izlemiş olsak da asla girizgahına yetişememiş ve jeneriğini kaçırmışızdır. Böylelikle bırakın yönetmenin adını filmin bile adını öğrenemeden izlediğimiz bir sürü film vardır; Ertem Eğilmez demişken ustanın başyapıtlarını hatırlatmadan geçmek olmaz.

Sev Kardeşim (1972)
Oh Olsun (1973)
Mavi Boncuk (1974)
Köyden İndim Şehire (1974)
Salak Milyoner (1974)
Hababam Sınıfı (1975)
Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (1975)
Süt Kardeşler (1976)
Hababam Sınıfı Uyanıyor (1976)
Şaban Oğlu Şaban (1977)
Gülen Gözler (1977)
Hababam Sınıfı Tatilde (1977)
Erkek Güzeli Sefil Bilo (1979)
Banker Bilo (1980)
Hababam Sınıfı Güle Güle (1981)
Arabesk (1989)

Millet 5-10 yılda bir film yaparken biz sadece bir yılda 3 film yapmışız, üstelik dönemin koşullarında, düşük bütçelerle. Anlatmayı beceremedik mi yoksa onlar mı anlamadılar bilemiyorum ama sinemadaki başarımızı pazarlama konusunda sergileyemediğimiz kesin. Bu büyük yönetmen de Antalya dışında ödül alamayanlardan.
Neyse ki son zamanlarda daha fark edilir olduk, güzel filmler de yapıyoruz ama biraz gişeyi değil de sinemayı düşünürsek çok daha kalıcı eserler bırakabiliriz. Fatih Akın diye bir adam var mesela Duvara Karşı ve Yaşamın Kıyısında filmlerinden sonra Soul Kitchen yaptı, kelimenin tam anlamıyla "tadı damağımızda" kaldı.

Ertem Eğilmez fotografı ararken denk geldiğim bir röportaj var; oğlu Ferdi Eğilmez'le yapılmış, link vereyim de okuyun bari.

15 Ocak 2010 Cuma

Cuma akşamını evde geçirmek ve Türk televizyonu


Geçtiğimiz Cumartesi'den beri içinde bulunduğum yoğun tempo ve az miktarda uykuya Cuma öğle sonrası basketbol oynamaca eklenince vücudum "bu Cuma evde kalalım" sinyalini verdi. Vakitsiz uyumalarım ve hafta boyunca yaptığım yaklaşık 1100 km yol da halsizliğimin başrol oyuncuları oldu.

Tahammül sınırlarımı zorladığı için uzun zamandır TV izlemeyi tercih etmiyordum, yeniden şans vermenin zamanı gelmişti. Öyle cırt kanalların da değil, medya devlerimizin yayınladıkları şeyler şunlar.

Show TV - Melekler Korusun
Star - Kadrinin Götürdüğü Yere Git (Sakın gitme! Sonuçta sinema filmidir, şans vermek gerekir diye başladım ama Şafak Sezer beni yine yanıltmadı. Eleştiri bile haketmiyor, o kadar yani.)
Atv - Adanalı (Dünyanın en yavaş ilerleyen dizisi olduğunu düşünmekteyim)
Kanal D - Hanımın Çiftliği

Digital yayınlar da ilk çıktığı zamanki kadar hakkını vermeyince neden bu kadar sık çıktığımızı anlıyorum. Boşuna aptal kutusu dememişler. Maçlar başlasa bari...


... ve sonunda sevgiliden gelen telefon "hadi film izleyelim" 21.34'e kadar sabredebildik. Daha söyleyeceklerim vardı oysa ki...

14 Ocak 2010 Perşembe

Avatar (2009)




Fragmanını ilk gördüğümde hiç dikkatimi çekmeyen "amaan yine mi" dedirtmiş daha sonra James C. ismini görünce kesin gişe yapar dediğim film. Gişe yapar tahmini az çok sinema bilen herkesin yapabileceği bi tamindi belki ama üçüncü haftasında 1.347.224.441 rakamını görebileceğimi tahmin etmemiştim.

Peşinen söylüyorum; bu senaryoyla, James Cameron yapmasa ve bu kadar para harcanmasa, bırakın Top 250'ye girmeyi 6.3 bile alamazdı. Zaten %70'i greenbox'da çekilmiş filmlereden hiç haz etmiyordum, bu film de hiç değişiklik yaratamadı görüşümde.

Filmden ille kısaca bahset diyorsanız,

Pandora diye bi gezegen var, dünyadaki enerji kaynaklarını sömürdüğümüzden buraya yöneliyoruz insan ırkı olarak ki haklıyız çünkü eşek yüküyle enerji kaynağı mevcut Pandora'da. Mamafih yine sinema klişelerinden birine takılıyoruz, Pandora halkı Na'viler tam olarak bu enerji kaynağının üzerinde ikamet ediyor. Diyoruz taşının edin tutun bak gezegeninizde bir sürü boş yer var, yok diyorlar "dini vecibelerimiz gereği taşınmamız mümkün değil".

-- Gerisi az miktarda spoiler içerebilir--

Bir de Avatar Programı diye bir şey var; tahmin ettiğiniz hatta bildiğiniz gibi insanlar bir makinanın içine girerek Pandora gezegenindeki formlarını yönetiyorlar. Esas oğlanımız olan ve asla büyük oyuncu olamayacak (en azından benim gözümde) Sam Worthinton, filmdeki adıyla Jake Sully'nin belden aşağısı tutmuyor fakat abisiyle DNA'ları uyuşuğu için (abi öldü bu arada çok önemli değil) "sakat makat, bir avatar formu bilmem kaç milyar dolar bunu alalım anasını satayım boş durmasın" şeklindeki "araba kapının önünde yatmasın damat kullansın bari" zihniyetiyle göreve alnıyor. İlk görevi Na'vi leri ikna etmek, ikna edemezse tehdit etmek. Bu sırada havada uçuşan canlılar 3D teknolojisi sayesinde ağzınıza burnunuza gircekmiş gibi oluyor bu güzel bir his gerçekten.



-- Bundan sonrası aşırı miktarda spoiler içerir-- sonradan okudum da abarttığım kadar değilmiş...

Filmin girişinden sonra klişeler bombardımanına tutularak devam ediyoruz. Pandora'ya giden Jake ordaki hayvanlarla dövüşürken ederken mavi tenli Na'vi soylu, benim kibariyenin annesine benezettiğim, ismini hatırlamadığım için IMDb'den baktığım, Neytiri adında, kabilenin reisinin kızıyla karşılaşıyor, kız bunu hayvanlardan kurtarıyor falan. Sonra kendini kabul ettirmeye çalışmalar, kıza asılmalar, sevişmeler derken sabırsız insan ırkı "bilmem ne yaparım keyfini" diyerek Pandoraya saldırıyor.

Gerisi tam olarak beklediğiniz gibi gelişeceği için hiç anlatmıyorum. Bu yazıyı da toplam 7 kişi okuyacağı ve bunların 3'nün filmi izlemiş olduğu göz önünde bulundurulursa çok bile yazdım zaten.

Ben de James C. hatrına, ve sonradan yapacağı güzel bir film olacağına inandığımdan ama en önemlisi o uçuşan şeyler ağzıma burnuma girdiğinden ötürü Avatar'a 7 veriyorum..

Günler sonra gelen edit: vazgeçtim 6 veriyorum (evet yakın çevremden etkilendim)

12 Ocak 2010 Salı

Ben X (2007)

Her film izlemek istediğimizde sinemaya gitmemiz olanaksız elbette. Üşengeç bünyeniz de DVD kiralamaya müsait değilse evde kıyıda köşede bir DVD mutlaka olmalıdır. Genelde daha önceden ismi duyulmamış filmlerdir bu evde olup da henüz izlenmemiş olan filmler. IMDb'den filmin konusuna ve puanına bakılır, kafaya yatarsa izlenir. İşte "Ben X" de böyle bir filmdi ve hiç beklemediğimiz kadar güzel çıktı.

Adını Flamanca'da "Ben Bir Hiçim" anlamına gelen "Ik ben iks" deyiminden alan "Ben X", otizm hastası olan Ben'in çevresiyle olan uyum problemlerini ele alıyor. İnternette oynadığı Warcraft tarzı bir oyunda yaratmış olduğu karizmatik ve güçlü karakteri gerçek dünyasına oturtmaya çalışan evladımızın uyum sürecini anlatıyor. Otizm denince ilk akla gelen eserler; Rain Man ve Of Mice and Men olsa da "Ben X" en az onlar kadar harika ve çok farklı bir yapım. İstanbul Film Festivalinde gösterilmiş "Ben X", ödül almış mı araştırmadım ama sonunda şaşırmak istediğiniz bir film seyredesesiniz varsa kesinlikle tavsiye ediyorum. Ayrıca sadece sonunu değil bir sonraki sahnede olacakları da kestiremiyorsunuz...

Benden 8 gider bu filme...

O kadar IMDb dedik, filmin linkini de vereyim tam olsun.. http://www.imdb.com/title/tt0953318/

Yapım Aşaması


Henüz yolun başında olduğumu belirtiyor ve yardıma muhtaç bir Scottish Fold misali kulaklarımı içeri çekerek bakıyorum sizlere..
Blogla ilgili hatalar tamamen tecrube eksikliğinden kaynaklanmaktadır.. Eminim ki bundan vazgeçmemi istemeyecek arkadaşlarım vardır ki varsa onların gazına da muhtacım.. Dahili ve harici beddahl.. . . yok bu başka bi şeydi...


Konu dışı;

Çirkin ve sıkıcı Japon masallarıyla (ki isimleri dahi aklımda kalamış masallardır) üç saat önce sevgilisini uyutmuş olan bünyemin de sıkıcı masallara ihtiyacı var sanırım uyumak için.. Oysa ne kadar da yorulmuştum bugün!

Entr'acte for Smokers


İlk yazı blogun adını taşısın istedim, aslında daha çok şikayet; vira bismillah!

Şimdi filme başladık oturduk yerleştik süper, ara oldu oh hava alırız bi tane sigara içeriz hatta mısır ve meşrubat bile alırız ağzımız kurudu. Fakat gel gör ki ara sadece 10 dakika.
Salon yarı doluyken bile o AFM'nin daracık koridorlarından çıkmanız için penguen stili yürümeniz gerekir ki balkona en az 3 dakikada varırsınız, hele izlemekte olduğunuz filmde bol bol sigara sahnesi kullanılmışsa o 3 dakika ömür gibi gelir.
Sonunda balkondayız, açık hava, Davidoff Gold marka sigaranızı en yakın arkadaşlarınızdan birinden Fenerbahçe - Galatasaray maçı sonucu kazanmış olduğunuz ama ne hikmetse size "nice yıllara kardeşim" cümlesiyle birlikte sunulmuş harika Zippo'nuzla yakarsınız.
Sigara için gözü kararmış izleyici kitlesi giderken mısır almayı düşünememiş "amaan nasıl olsa kimse yok içeri girerken alırız" demiştir fakat 2 dakika sonra "ding - dong, bilmemkaçıncı salonumuzda film başlamak üzeredir" anonsu yapılır. Herkes içinden, "hani 10 dakikaydı ara ne çabuk bitti lan" der ama kimse sesini çıkarmaz.
Mısır almak için acele etmeniz gerekir, hani o "aman kimse yok" diyen kalabalık vardı ya işte hepsi mısır kuyruğunu oluşturmakta şimdi. Zaten tanesi 35 kuruş olan sigaranızı daha yarısındayken atmanın verdiği üzüntüyle girersiniz kuyruğa ve pazarda kilosu 50 kuruş olan mısırın 100 gramını ve yanında kutu kolayı 14 liraya almanın vermiş olduğu burukluk da katılır buna.
Sonunda yine salondayız oh yetiştik, fakat o da ne Shop&Miles'la dünyanın her kıtasına alnındaki sivilce hiç değişmeden uçan kadın ve kocası, ardından yine senaryosunu başka bir senaryodan esinlenerek(!) yazdığımız bir yerli film ve ardından Akbank'ın sinir bozucu mumu...

Aslında "10 dakika ara çok kısa 15 falan olsun" diye itirazım vardı başlarda ama artık 10 dakikaya razıyım ama bize orda iki reklam izletmek için sigaram daha bitmeden anons yapmayın yahu...