14 Ocak 2011 Cuma

Hoca ve Cemaat

Eğer beklemek zorundaysak ve tek başımıza kalmışsak oracıkta; okumak, bilinen en iyi zaman geçirme aracıdır. Bugün gittiğim kafede tam da bu durumdaydım. Geçmesi gereken bir buçuk saat ve bulunduğum kafede okunabilecek bir kaç günü geçmiş dergi ve iki gazete, "Sabah" ve "Takvim". "Yandaş medya diye yaftalandı, tamam ama köklü gazetedir nihayetinde" dedim ve başladım sayfalarını çevirmeye Sabah Gazetesi'nin. Öyle ya uzun zamandır tercih etmemiştim bu gazeteyi. Böylelikle; dedikleri kadar yandaş mı? Eğer öyleyse ne kadar yandaş? Görebilecektim nihayetinde.

Önemli olayların bile fazla detayına inmeden, hızlıca okurum. Üçüncü sayfa haberlerini yok saydıktan sonra, başladım asıl dikkatimi çeken köşe okuma kısmına. Zaten bu yazının sebebi de bu köşe yazılarından biri, sadece denk geldiğim için okuduğum bir gazetenin köşesi. Edebi derinliklerine bakılacak olursa, köşe kapmaca oyununun galipleri bunlar. Kapmışlar köşelerini, almışlar ellerine kalemi. Bu yüzden fikirleriyle ilgilendim, edep yok ki edebiyat olsun.

Sabah Gazetesi Yazarı Emre Aköz köşesinde, şu popüler "ucube anıt" mevzusuna değinmiş tabiatıyla; Avustralya'daki kanguruların kesesine değinecek değil ya. Heykelciliği tartıyor yazısında. Fikir yürütmeden önce bilgi sahibi olmak gerektiğini iyi bildiğinden olacak ki önce bir kaç heykeltıraş ismini referans gösteriyor. Konular derin; İslam'da heykel, Türkiye'de heykeltıraşlık, Atatürk heykelleri... Yazının başlığı "Ucube Heykellerle Dolu Bu Memleket".

Gözüme çarpan, çarptığı anda canımı yakan sonra tekrar çarpan bir kaç satır arası:

İslam'da heykel sorunlu bir alanı oluşturuyor ya... Bize heykeli modernleşme, çağdaşlaşma, Batılılaşma... Hasılı, "medenileşme" olarak sundular.

Sundular demeyecektin Emre, Yutturdular diyeceksin, zaten yazının ilerleyen bölümünde bunu söylüyorsun. Şimdi çekinmenin ne alemi var. Özgür memleketimin(!) özgür yazarı!

Devam ediyor:

Bir kere başımıza "Atatürk heykelleri" diye bir "şey" çıkardılar. "Şey" diyorum çünkü olay acayip kapsamlı.
Öncelikle bir sektör: Birileri bu işten para kazanıyor. (Kimsenin kazancında gözümüz yok.)
Asıl önemlisi: Atatürk heykelleri, vesayet rejimini topluma benimsetmek için kullanılıyor.
Bunun için de Atatürk heykellerini
totem ve tabu haline getirdiler. Bir kere dikildi mi, bir daha kaldıramıyorsun.

Dur Emre Dur! Burada "arana" pardon, araya girmek durumundayım bir tanga edasıyla. Geçtiğimiz gün köşende dizi eleştirmenliğine soyunan sen değil miydin, çok bağlı olduğun tarihine ihanet etmiş dizinin biri. Savunduğun, bu böyle değil dediğin devlet, Osmanlı Devleti. Adı Osmanlı! Vesayet böyle olunca iyi hoş da öbür türlü olunca mı kötü? Anlaşılan sen soyunmuşsun da giyinmeyi unutmuşsun. Hazır çıplakken devam edelim biz. Zaten sana dur dedim de duracak gibi değilsin.

28 Şubat (1997) darbe döneminde ise Çılgın Kemalistler, "gerici" dedikleri insanların evlerinin önüne, Atatürk heykeli dikiyordu bir gecede.
Düşünsenize: Sabah perdeyi bir açıyorsun, karşında betondan bir Mustafa Kemal. Kaşlarını çatmış sana bakıyor.

Darbeci anlayışa biz de karşıyız Emre ama seni burada rahatsız eden darbe değil ki. Senin deyişinle Beton Mustafa Kemal. Ne yani Atatürk heykeli yerine "Bereket Tanrısı" heykeli dikselerdi daha mı çok hoşuna gidecekti? Tamam senin istediğin gibi olsun da betona oturmayasın, hele ki maazallah "yaş" betona oturursun ondan sonrasına ben karışmam.

Köşeyi kapmış ya bırakır mı? Hala devam ediyor:

Siyasilerin cesaret edeceklerini sanmıyorum ama Atatürk'ü Koruma Kanunu' nun kaldırılması gerek.
Böyle
kişiye özel kanun olur mu? Buna hukuk denir mi? Tayyip Erdoğan asıl bu ucubeden bizi kurtarsa ne iyi olur.

Ucube mi? Bu Kısımdan sonra içimden geçenleri buradan paylaşmam mümkün değil. Türk Aile Yapısı'na uymaz. Hazır sen çıplakken, Bereket Tanrısı heykeli de varken, üstelik betonu da hala yaşken; O'nun tüm "bereketi" seninle olsun diyorum sadece!

Demem o ki, "hoca(başbakan) sen ne yaptın" demeye kalmadan, cemaat(yandaş medya) oracıkta işini görüveriyor...

Not: Köşe yazısının tamamını okumak isterseniz...

9 Aralık 2010 Perşembe

Türkiye'de Tepki Vermek

"On dokuz yaşında üniversite öğrencisi ve hamile" demiş Engin Ardıç... 19 Yaşında, evli değil, hamile, öğrenci ve üstelik bazı şeyleri protesto ediyor. Söylemek istediğim çok şey var ama nasıl toparlayacağımı bilemiyorum...

Şimdi bir kızın 19 yaşında sevişmesi suç mu? Suç ise 60 yaşındaki adamın 15 yaşındaki kızla evlenmesi neden suç değil? Abdullah Gül de evlendiğinde eşi 15 yaşında değil miydi?

Evli olmadığı için sevmeye, sevilmeye, sevişmeye hakkı yok mu? Aşkın yaşı ne? Ya da Deniz Akkaya, Tuğba Ünsal, Şirin Ediger ve daha bir çok medyatik yüz evlenmeden hamile kaldığında neden kimsenin sesi çıkmıyor?

Üniversite öğrencileri hamile kalamaz mı? Lisede yasak peki tamam ama rüştünü ispatlamış akademik eğitim alan birine kim bu yasağı getirebilir?

O sevimli dostlarımızdan; yani hayvanlardan ayrıldığımız en önemli nokta, düşünebilme ve düşündüklerimizi iletebilme özelliğimizi neden kullanamıyoruz? Düşünüyoruz, konuşuyoruz, karşı çıkıyoruz, protesto ediyoruz... Üniversitede türban konusunda herkes aynı görüşte olmak zorunda değil, peki ya diğer konularda? Türbanlı kız öğrencilerin protestoları caiz de iktidaraa gösterilen tepki caiz değil mi? Adama sormazlar mı, "o öğrenciyle benim aramdaki fark ne" diye?

Bence bu ülkede herkesin korkup sustuğu devir kapandı. Kapanmalı da... Tepki göstermeliyiz, savunduklarımıza sahip çıkmalıyız, konuşmalıyız, korkmamalıyız.. İktidar korkuyor çünkü üniversitelerdeki tepki çığ gibi büyür. Türkiye'nin tarihini üniversitede başlayan tepki değiştirmiştir ve bu tepki şu anda iktidarın karşısındadır..

Bir başka konu ise bu kızın anneliğine uzatılan dil. "Anneysen ne işin var sokak protestosunda" diyor birileri. Mavi Marmara'da Filistine insani yardım götürmek isteyen annenin minicik bebeğiyle orada olması kutsal da karnındaki bebekle sokak protestosuna katılan anne kutsal değil mi?

Bu yapılan sadece suç hafifletmek benim gözünde. Polisin uyguladığı ŞİDDET bir kadının karnındaki bebeği öldürdü. Kendilerini haklı çıkartma çalışmaları bunlar. Mide bulandırıcı aşağılamalarla ilgiyi saptırmak bu yaptıkları. O kızın yarasını sarmak yerine daha fazla kanatarak bunun yapılması da gerçekten çok vahim...

1 Aralık 2010 Çarşamba

Nikotin! Memleket Nire?

Nikotin adını, onu ilk kez Fransa’ya sokan Jean Nicot’tan almış. Buraya kadar her şey normal ama hikayenin kelebek etkili bir tarafı var. Zaten olmasa buraya neden yazalım? Sağdaki görsele gelince; bu sıfatsız Nicot'un resmini koyacağıma, "gözlerinin hastasıyım, bu yolların ustasıyım" kıvamında Monroe fotoğrafı koyarım dedim.

16. yüzyılın ortalarında Portekiz'deki Fransa büyükelçisi Nicot, Lizbon’daki bitki bilimci arkadaşı tarafından akşam yemeğine davet edilir. Yemeğin yanındaki bir diğer paye ise tütün bitkisinin bahçede nasıl yetiştiğini göstermektir. Botanist arkadaş gelecekte başımıza iş açacak olan bu bitkinin özelliklerini öve öve bitiremez, hatta iyileştirici bir yanı olduğunu özellikle vurgular.

Tütünün faydaları karşısında büyülenen Nicot bundan ülkesinin de faydalanmasını ister ve neticede bir balya gönderir memleketi Fransa’ya. Yanına da not; dumanını içinize çekeceksiniz Majesteleri, ne ağrı kalacak ne sıkıntı. Kronik migren ağrısı çekmekte olan Fransa Kraliçesi’nin birkaç fırtından sonra sinüslerinin açılmasına aldanarak işe yaradığını düşünmüştür. O kadar işe yaramıştır ki bunun adı sadece tütün olarak kalamaz, “Herba Regina” (Kraliçe’nin Bitkisi) diyelim biz buna şeklinde gereğini düşünür. Başlarda tütünü Fransa’ya getirip şifalar saçmasıyla ünlenen Nicot ismi; daha sonraları sigara üzerine yapılan araştırmalarla, alıştırıcı ve bağımlı hale getiren etkin madde “Nicotina Tabacum” adıyla anılacaktır.

Yani Orta Çağ Avrupa’sından yeni çıkmış olan dandirik Fransız Kraliçesi'nin başı ağrıyor diye sen kalk ta Portekiz’den tütün gönder. Hayır her şey tamam da bu meretin dumanının çekileceğini nereden biliyorsunuz arkadaş? Ben olsam kaynatıp içerdim mesela, tadı da büyük olasılıkla kötü olacağı için dönüp bakmazdım. Koskoca gezegenin başına da böyle bir zeval gelmezdi nihayetinde. Şifalı diye tanımlanmasından bahsetmiyorum bile. Şimdi bırakın diye uğraşın durun gayrı...

23 Kasım 2010 Salı

Plastik Torpili Bilirdik Biz

Kitap yazacak kıvamdayım diyebilirim ama şuraya bir paragraf karalayabilecek konu bulamıyorum. Hani ÖSS soruları vardır ya; "Yukarıdaki paragrafta yazarın vurgulamak istediği aşağıdakilerden hangisidir?". Benimkinde ne paragraf olabilir ne de vurgu, demek o ki yazar çalakalem çalışacak yahu, oku işte...

Kep atmak için yirmi dört yaşına kadar çürütülen dirsekler şimdilerde çok sakin, dinlenmiş ama huzursuz. Alışık değiller çünkü şu vize dönemlerini bu kadar rahat geçirmeye. Fakat bünye hala uykusuz, gözler hala bir şeyler okuma telaşında. Kariyer sitelerinde harcanan vakitler, hatta o kadar çok ilana başvurulmuş ki unutulmuş çoğu, tekrar aynı ilana başvurup; "Bu ilana bilmem ne tarihinde zaten başvurmuşsun be adam, çek o başını" uyarıları monitörde. Araya sokulmaya çalışan tanıdıklar. Oysa torpil denen hadise; çocukluğumuzda atari salonları ve öğle yemeğinden artan bozukluklarla aldığımız fitilli, minik patlayıcıdan başka bir şey değildi. Öyle ya, diplomamızı elimize alıp şirketlerin kapısını çaldığımızda "işte ben" diyemiyor kimse, benim ne haddime.

Anlaşılan konuşma baloncuklarımız, "falancanın kocası bilmem kim Hede Bank'ta müdür yardımcısıymış, belki bizim oğlana da kıyıda köşede bir yer vardır." dolaylarında cümlelerle dolacak şu sıralar. Hem de ne için? Tamam bu ülkede fazla idealist olmamamız gerektiğini biliyorum ama bunlar da fazla eğreti duruyor mu üzerimizde. Ayrıca kimse sormuyor, bizim oğlan falancanın bankasında çalışmak ister mi diye. Buna kızmaya da zerre kadar hakkım yok çünkü ben de kendime sormuyorum aynı soruyu, soramıyorum; biliyorum kendime karşı dürüst olmamam gerektiğini. Yapamıyorum haliyle. Abartısız bir hastalıkla da olsa, kısa bir uçak yolculuğu da olsa kalkıp geldiğinizde, bir odada kırk beş dakika bekletilip, size ezbere yöneltilen sorulara verdiğiniz yanıtlar çok sağlıklı olmayabiliyor. Gidip geliyorum , kariyerim mi yoksa onurum mu? Ben otobüste bile bacak bacak üstüne atmadan on dakika duramam yahu, şimdi ne için tüm bunlar. Neden bu kadar değersiz hissediyor insan kendini? Beni asıl değersiz hissettiren işe alınmamak değil, bunu öğrendim en azından. Anlatayım size de...

Bakın, hayatta ilk sevdiğimiz kadın; bize yürümeyi öğreten, ders çalışmamız gereken zamanlarda atarimizin kablosunu saklayan, narımızı tane tane ayıklayıp kaşıkla birlikte servis eden, kapıyı açtığımızda "geldin mi oğlum" sorusunu cevabını merak ettiğinden değil, gelişimizin memnuniyetiyle soran, bizim yerimize üşüyen, terleyen, yorulan, acıkan, uykusuz kalan. Bu kadına kuru bir teşekkürle hadi eyvallah deyip, elin insan kaynakçısına üstün minnetlerle gitmek. Ben bu kadını işten gelirken metrodan alırım bazen, klimayı açar oturup beklerim hiç emek sarf etmeden edindiğim arabamın içinde, beş dakika bekletirse yandı o. Şimdi şuna bak, camlarla ayrılmış, jaluzilerle kapatılmış bir bölmede kırk beş dakika bekliyorum. Ne münasebet bile diyemeden. Bundan sonra insan kendini ne kadar değerli hissedebilir ki? Üstelik o kadın gittiğinde yerini doldurabilecek başka hiç kimse yok...

Peki diğer kadın? Beni bu havadan kurtarabilecek tek insan, benden yaklaşık beş yüz kilometre ötede. Demek ki benim İstanbulum da İzmirim de memleketim de sensin...

17 Mart 2010 Çarşamba

Ard-ı Füt'ûr


Üç kişi okuyor nasıl olsa kime yazayım ben bu blogu diye düşünürken, kimse okumazsa okumasın en kötü ilerde çoluğum çocuğum okur diye düşündüm ya da ne bileyim yarın öbür gün ölürüm sevgilim benden kalan bu yazıları okursa bir kaç hafta veya ne bileyim bir kaç gün daha fazla ağlar dedim ve yeniden yazıyorum bakalım ne olacak...

Satırlar boyu süren bu cümlemi lisedeki edebiyat hocama ithaf ediyorum...

7 Şubat 2010 Pazar

Fontlar ve Harcadıkları




Tom ve Matt adında gençten iki arkadaş "Measuring Type" adlı deneysel bir çalışma yapmış.. Ellerindeki tükenmez kalemlerle duvara farklı fontlarda "sample" kelimesini yazmışlar ve en çok hangi fontun mürekkep harcadığınnı gözlemlemişler.

Kartuşlarınız çabuk bitmesin istiyorsanız bunu dikkate alabilirsiniz derim ben...


4 Şubat 2010 Perşembe

Nefes: Vatan Sağolsun (2009)

Kapalı gişe oynayan filmleri sinemada izleyemiyorum nedense. Kalabalık ortamlardan rahatsız olduğumdandır, bir de bilet bulabilmek için iki saat önceden gitmek falan...

Geç de olsa izledim, son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden biri olan Nefes'i, daha öncelerden pek tanımamış olduğumuz Mete Horozoğlu'nun mükemmel oyunculuğnda...

Gayet önyargılı yaklaştım ben bu filme. Evet dedim, yine ucuz milliyetçilik yapmışlardır, öcü kürtler ile kahraman Türk askerinin mücadelesini yansıtıp "şehitler ölmez, vatan bölünmez" tadında sosyal mesajlar vererek sonlandıracaklardır diye düşündüm ama biliyor musunuz, alakası yok. Asker psikolojisinin getirisi/götürüsü olan normal dozda milliyetçilik haricinde ki son sahneye kadar o bile çok belirsiz- Türklükle, Kürtlükle falan alakası yok bu filmin. Tür olarak savaş filmi sevmem, çok az izlemişliğim vardır, belki de bu yüzden bilmiyorum ama an itibariyle izlediğim en iyi savaş filmlerinden biridir. Efektler muazzam, kesinlikle hiç biri sırıtmıyor. Konunun kahraman türk askeriyle falan da uzaktan yakından alakası yok (intikam ateşiyle yanan komutanın hal,tavır ve davranışları buna örnek) hikayenin geçtiği karakoldaki hiç bir insanın vatan sevdasıyla dağlara çıktığına dair gerçek üstü bir takım söylemler içermiyor. Tatlı-sert komutanın hanımına yazdığı mektuptaki "benim vatanım sensin" tarzı söylemlerle inceden mesaj veriyor, yıllardır boşa dökülmekte olan kanın, bir hiç uğruna harcanan gencecik hayatların rahatsız edici, iç acıtıcı bir özetini yapıyor.

Doktor Orhan'ı öldürmüştür. Komutan bu yüzden Doktor'u öldürmek istemektedir. Bu nedenle Doktor'un ekibinden -sevdiği olduğunu tahmin ettiğimiz- kadını yaralar ve kısmen işkence eder. Bunun üzerine doktor komutan'ı öldürmeye and içer ve siz bu kısır döngünün, ülkemizin senelerdir içinde bulunduğundan farklı olmayan bu döngünün içinde kısılır kalırsınız. Sahi, doktor orhan'ı öldürmüştür en önce filmin kronolojisinde, peki ya orhan acaba öncesinde kimi öldürmüştür de daha önce ölen bir dostunun, kardeşinin intikamını almıştır? Komutanın "ben salak değilim" şeklinde, gene inceden mesaj vererek savaşın manasızlığına, birbirini öldürerek hiç bir şeyin çözülemeyeceğine değinmesi filmin vermek istediklerini özetlemektedir kanımca. Sahi, sevmek bu kadar mı zor..?


Belki bana kızacaklar ama şöyle bir şey de var;

http://en.wikipedia.org/wiki/Spain
http://en.wikipedia.org/wiki/Turkey

Tek resmi dilimiz var diye refah düzeyimiz İspanya'dan daha mı yüksek? Yoksa "insanlar yok yere ölsün ama tek resmi dilimiz olsun" fikrini savunmaya devam mı edelim. Peki o zaman "Vatan Sağolsun"!